31 Aralık 2013 Salı
2013 biterken..
2013’ü bitirirken ;
Kısa süredir tanımama rağmen,
çabuk bağlandığım biber gazı ve ayakkabı kutularına,hangisini daha çok
sevdiğime emin olamadığım platonik aşklarım Melih Gökçek ve Egemen Bağış’a, çikolatayla
kısa bir süreliğine aramıza giren diş ağrıma, evimi yıkan müteahhite, kaporamın
yarısını vermeyen ev sahibime, beni aldatan eski sevgilime ve aldatamayacak
kadar beceriksiz olanına, bozuk para vermediğim için bana bağıran taksiciye, zorbalıkla
yapılan ODTÜ yoluna, beklediğimden düşük gelen pazar payına, hazirandan bu yana
bizi hiç yalnız bırakmayan kahraman Türk Polisine, kızlı erkekli evlere, faiz
lobisine, beni gripten kasıtlı olarak kurtarmayan ilaç lobisine, 3 dakkayla
kaçırdığım 14 vapur ve 6 otobüse, neden yalnız olduğunu ve hayatı boyunca
yalnız olacagını 30 saniye içinde anladığım erkeklere,kadınlara; bi daha gelmem
diyip 8 sefer daha gittiğim kazıkçı cafelere, bi türlü kabarmayan çikolatalı
kekime,haftada 3 kez halimi hatrımı soran vefalı Dijitürk’e ve bir türlü
tutturamadığım sayısal lotoya katkılarından dolayı teşekkür ediyor ve yeni
yılda ‘’bizimle diyılsın’’ diyorum..
2014, seni şimdiden çok seviyorum
Herkese mutlu, umutlu seneler
diliyorummmmm!!!!
26 Aralık 2013 Perşembe
Yavru Vatan İtalya!!
Üzerinden takriben 2.5 ay geçtikten
sonra; nihayet İtalya notlarını toparlayabildik. Kurban Bayramı tatilinde
5 günde 4 şehrini gezdiğimiz İtalya için
ancak dişimizin kavuğuna gitmedi yorumu yapılabilir sanırım. Roma-Floransa –Venedik üçgenine bir de
Trento’yu ekleyerek kısa tatilimizi biraz farklılaştırabildik. İtalya’da yapılacaklar ve görülecekleri
burada paylaşmak son derece yavan olur
çünkü pek çok Türk’ün İstanbul’da gezilecek yerden daha fazla Roma için
önerileri olduğunu googlelayarak bulabilirsiniz. Türklerin en fazla ziyaret
ettiği ülkeler arasında Ukrayna ve Arabistan’dan sonra İtalya’nın geldiğini
bizzat matematiksel olarak kendimiz ispatladık. Karşılaştığımız her 10 kişiden 2
tanesinin Türk olduğunu söyleyebilirim. Öyle ki Roma’da kaldığımız 2 geceden
birinde, Türk arkadaşlarımızla tesadüfen karşılaşıp, akşam yemeğini bile
beraber yedik. Ukrayna ve Arabistan’daki ‘’ibadet’’ aşkı, İtalya içinse sanat
aşkı bu ülkeleri Türkler için birer cazibe merkezi haline getirmiş olsa gerek.
Gezdiğimiz bütün şehirler estetik açıdan göz doyurucu ve keyifli olmasına
karşın; turizm ve ticaret öylesine rahatsız edici safhalara ulaşmış ki;
kendinizi yolunmayı beklenen kaz gibi hissetmemeniz olanaksız. Bu yüzden
İtalya’ya turist olarak değil; en az 3-5 ay yaşamaya gitmek lazım.
Gezdiğimiz bütün şehirlerde
konaklama ve yeme-içme dışında en önemli harcama kalemi ise müze girişleriydi.
Bütün İtalyanlar çalışmayı bıraksa; sadece müze girişlerinden elde edilen
gelirle; memleket ekonomisi ayakta kalır. Falanca katedraline giriş 40
euro,filanca şapeli için ekstra 10 euro, elektronik rehber için artı 5 euro,
üstüne Michelangelo’nun görkemli heykellerini görmek için 15 euro derken içimizdeki
sanat aşkının bedeli ağır oldu. 2. günden sonra ağır dozda alınan sanatın
sarhoşluğu yerine İtalyan şaraplarınınkini tercih etmeye karar verdik.
Collessoum’da ebediyete intikal etmiş kahraman gladyatörlerimiz huzurunda
saygı duruşuna mütakip, Michelangelo’nun çıklak erkek heykellerine ‘’işte
bunlar hep sanat’’ diye kadeh kaldırdıktan sonra; kendimizi makarna ve pizza
arasındaki karbonhidratlarla döşenmiş yolda keyifli bir yolculuğa
bıraktık.
Roma-Floransa ve Venedik’de
gezdiğimiz yerleri sadece fotoğraflarla paylaşmak istiyoruz. Zaten Roma’da
Collessoum, Trevi Fountain, İspanyol Merdivenleri, Floransa’da Piazze del
Duomo, Venedik’de San Marco önündeki fotoğraflar; Türklerin düğün fotoğrafları
kadar çok ve yaygınJ
Bu rutin İtalya turu arasına
farklı bir tat katan kuzey şehri Trento’dan bahsetmek gerekiyor.
Trento’ya öyle merak edip de
gitmiş değiliz. İtalya’ya gezmeye gidenlerin kolay kolay yolu düşmeyecek ancak
bizim gibi bir dostu ziyaret etmek amacıyla geçerken uğranılacak bir şehir.
Roma-Floransa –Venedik gibi akdeniz ülkesi şehrinden ziyade; tarihinde
Avusturya’dan kopup geldiğini sonuna kadar hissettiren dağlık bir kuzey kenti.
Üniversite öğrencilerinin kattığı hareketliliği saymazsak, inzivaya çekilip
emekliliğinizi sürdürebileceğiniz bir yer. Şehrin içinden bindiğimiz
teleferikle nehrin üzerinden geçerek Sardagna adında bir İtalyan köyüne
ulaşıp, sıcak şarap ve kestanenin tadına baktık.
Sözün özü; orjinal bir tatil beklentisinde olanları, 3-5 günlük İtalya seyahatinin tatmin etmesi pek mümkün değil. Fazlaca popüler, fazlaca turistik..
15 Aralık 2013 Pazar
Bu Güneş beklenmez..
Tarihin en magazinsel kesitlerini
izlediğimiz Muhteşem Yüzyıl türevi diziler ve okuduğumuz romanların hafızamızda
yarattığı karelere limon sıkan kitap uyarlamalarından sonra, şüphesiz ki
en popüler trendlerden biri de geçlik dizileri. Hayat Bilgisi, Kavak Yelleri ,
Küçük Sırlar gibi iyi bir izleyici kitlesi yakalamış dizilerin ardından son
zamanlarda karşımıza çıkan başka bir örnek daha var: Güneşi
Beklerken..
Dizide bir grup lise öğrencisinin
arkadaşlıkları ve tabi ki daha çok aşkları konu ediliyor. Öğrencilik ama ne
öğrencilik! Mesela dizideki has oğlan aynı zamanda okulun sahibi olan
ailenin tek oğlu, her sabah son model arabasıyla okula gidiyor. Ders
çıkışı ise, o mekan senin, bu mekan benim dolaşıyor. Son dönem dizilerde
oldukça sık karşılaştığımız, ata sporumuz boksla uğraşıyor. Ve tabi ki tüm
gençlik dizilerinin en büyük 2 klişesi bu dizide de kullanılıyor: para içinde yüzen
has oğlumuz, aile sevgisine aç bir ergen ve bu da yetmezmiş gibi
kankasının sevgilisine aşık. Has oğlanın acılar içinde kıvrandığını gören
izleyiciler olarak hepimiz, her gün son model arabasıyla okula giden bu
gencin içinde bulunduğu süper travmatik duruma fena halde üzülüyoruz.
Çocukluğu ve ilk gençliği
90’larda geçenler hatırlar; bizim orta okul- lise yıllarımızda yeni palazlanan
Amerikan gençlik dizileri furyası vardı. Evimiz Hollywood’da ve İlk Öpücük
benim aklımda kalanlar. Her gün okuldan döner dönmez üstümü dahi değiştirmeden
bu dizilere kitlenirdim. Dizideki karakterlerin ne ödevi olurdu, ne de çözmesi
gereken testleri. Bütün teneffüslerde kantinde buluşup, her fırsatta
öpüşürlerdi. Sizin aldığınız harçlık sadece tek kaşarlı tost almaya yeterken ve
eteğinizin boyu nöbetçi öğretmenin inisiyatifine bağlıyken, izlediğiniz
gençlerin altında araba, havuz partisine gitmelerini izlemek elbette o yıllarda
fazlasıyla heyecan vericiydi. Benim yapmam gereken ödevler, kazanmam gereken
sınavlar vardı. Üstelik değil bol öpüşmeli havuz partileri; bir arkadaşın doğum
gününe gitmek için, partiye kimlerin geleceğinin listesini bir hafta önceden
anne babayla paylaşıp izin almak gerekirdi. Bu dizilerdeki arkadaşlar öğrenci
hallerine bakmadan birbirlerine pahalı taşlar alırken, hediye almak için sizin
tek kaşarlı tostlara 1 hafta veda edip harçlık biriktirmemiz icap ederdi.
Dizileri izledikçe içimde kopan ergen isyanlarını varın siz düşünün..
Evde bu dizilere gelen
yasak için babamın tesadüfen tek bölüm izlemesi yeterli olmuştu. Evdeki
demokrasi arayışıma cevap bulamayınca, babamın bir diktatör olduğuna karar
verip, ödevlerime geri dönmüştüm.
Güneşi Beklerken dizisiyle
karşılaşınca, babamın kararının ne denli yerinde olduğunu fark ediyorum. Bugün,
yetişkin olmasına rağmen pek çok kadının içine bir Bihter Ziyagil olma hayali
yerleştirmeyi başarmış parlak Türk yapımcılar; ergen ruhları arayışta ve
isyanda olan gençler için, bu dizilerde gördükleri hayatı bir rüyaya
dönüştürebilecek kudrette. Herhangi bir idealden ve davadan uzak, gelecek
kaygısı olmaksızın, aşk üçgenleri içinde heba olan bu karakterler dilerim ki
yeni kuşağın beyninde birer rol modele dönüşmesin.
Bundan 6 ay önce; özgürlükleri
için sokaklara dökülüp gaza boğulan Gezi çocuklarına öykünen; aşkın, emek ve
saygıyla; gücün, para değil bilgi ve idealle geleceğine inanan bir nesile
ihtiyacımız var.
Güneşi bekleyenleri değil, Güneşi zaptedenleri izlemek
istiyoruz ekranlarda...
11 Kasım 2013 Pazartesi
Bir Taşınma Melankolisi
Hep ait olduğumuz üst kimliğin, alt kimliğin ya da her
neyse vazgeçtim- nihayete ulaşmayan tartışmalardaki kavramları kullanmak
tehlikeli olur şimdi- ait olduğumuz sosyal grubun tarihini öğrenme ve sahip çıkmanın peşindeyiz. Türk tarihi, Osmanlı tarihi, tuttuğumuz takımın tarihi, vesaire vesaire.. Bireysel
tarihimizdeki en büyük araştırma sevgilimizin bizden önceki aşk tarihiyle
sınırlı olup, temel kaynakça ise facebook olmuştur. Hiçbirimiz kendine ait
olanın, iz bıraktığı ve kendisinde iz bırakan yerlerin tarihini önemsemez.
Yaşadığım ev müteahhite satılıp yıkım kararı verildiğinde aklımdan bunlar
geçti. 4 yıldır bu evde biriktirdiğim anıları düşünürken, 35 yıllık
apartmanımın, bahar geldiğinde hangi ağaçtan geldiğini bir türlü bulamadığım
güzel kokulu sokağımın ve esnafına kurban olduğum mahallemin kısa tarihiyle, yakın çağ Türk tarihinden de; antik çağ tarihinden de daha çok ilgili olduğumu söylemeliyim.
Arka bahçedeki büyük bir ağacın yazın gölgelediği
balkonlu evimde, benden önce 31 sene kimlerin büyüdüğünü, ilk sigarasını
içerken yakalandığını, tek rakamla büyük ikramiyeyi kaçırdığını, kaç kez
ağladığını, kaç kez gürültüden rahatsız olan alt komşunun uyardığını merak
ediyorum. İlk'lerimi, en'lerimi, çok'larımı, hiç bu bu kadar'larımı yaşadığım ev,
kim bilir benden önceki 31 sene boyunca benzer duyguları yaşayan kaç kişiye daha
yarenlik etmiştir..
Az katlı, geniş balkonlu apartmanları yıkıp, yerine
yüksek, bir o kadar ruhsuz, otele benzer rezidanslar diken müteahhitlerin bu
anlattıklarımı düşünecek halleri yok tabi. Limitli alana balık istifi gibi
insanları yerleştirmek için, her bir metrekaresini değerlendiren, nefes alacak
kafes benzeri aralıklar koyup adına da havalı havalı fransız balkon diyen ve
fahiş fiyata satan kalantor abilerimize saygımız sonsuz. Son mahalle apartmanı
yıkılana kadar hapis hayatı yaşamak istemeyen ben , yıkım için en fazla 4 senesi olan başka bir mahalle apartmanı buldum neyse ki.. İlk günden su tesisatını yaptırmakla uğraşsam
da, geniş balkonundan ayın yükselişini izleyebiliyorum. Hafif boynu ileri uzatarak küçük bir deniz manzarası bile görüyorum. Ses yalıtımı olmayan
camlardan karşı duraktaki son otobüsün sesini duyup, dışarıdaki hayatın
devam ettiğini hissedebiliyorum..Karşı komşumun Bandırmalı, kapıcının Çorumlu
olduğunu ilk günden biliyorum..Son 30 yıl olmasa da, meraklı
komşularımdan, benden önceki kiracının
gazetecilik yaptığını öğrenebiliyorum..
O ruhsuz, yüksek binalarda, bizi sosyal yapan ,bizi bizden başkalarına karşı
duyarlı kılan kaç detayı öğrenebilir ki insan?
Çok mu duygusal düşünüyorum? Belki..
Ama diğer taraftan,
en fazla 20 hanenin yaşayabildiği az katlı binaların yerine, hiç bir alt yapı hazırlığı olmaksızın 4 katı
kadar insanın yaşayabileceği yüksek
apartmanların dikilmesinin mantıklı bir yanını da göremiyorum. Sabahları mahallemden
çıkarken yaşadığım trafik şu an bile bunaltıcı olabiliyorken, bu rezidanslardan
sonra durumun vahametini tahmin bile edemiyorum.Bu sadece ilk akla gelen sıkıntı.
Şehir planlamacıların düşünemediğini ben düşünecek
değilim ne de olsa..
Yeni taşındığım evin tek bir sıkıntısı, balkondan eski
evimi görüyor olması. Yıkımını izlemenin bana ne hissettireceğini şimdiden
görebiliyorum. Yaşadığınız evin yıkılışını izlemek, hiç dönmeyecek
sevdiklerinizi uğurlamak gibi bir his yaratıyor insanda. Ben de şu an sevdiğim
bir insana veda etmeye hazırlanıyor gibiyim. Ardından su dökemeyeceğim
üstelik..
Bende bu kadar iz bırakan evime, ben de izler bırakmak istedim taşınmadan
önce. Sevdiğinizin eline sıkıştırdığınız son veda mektubu gibi.. Duvarlarına
yazılar yazdım, evimden başka kimse göremeyecek olsa bile.
Depozitoyu düşünmeden evin duvarlarını çizmek, boyamak az bulunur bir fırsat. Eşyaları taşımaya gelen arkadaşları da heyecanlandırdı bu düşünce. Eşyalara girişmeden ''abla biz de 1-2 bişey karalasak müsaade var mı?'' diye sordular hemen. atış serbest dedim ben de:)
Umarım, taşındığım ev en güzel anılarıma gebedir. Dilerim buranın da yıkılışını izlemek, önceki kadar çok acıtır içimi. İzleri o kadar derin olur. Hukuk sistemimizdeki hantallığa ilk kez müteşekkirim. Bugün yıkılacak kararı çıksa, en az 4 senesi var uygulamaya geçmenin. Henüz karar falan da olmadığına göre en az 4 senesi var bu evdeki geleceğimin. Kişisel tarihimi yazmaya yeter de artar bile..
5 Kasım 2013 Salı
Çin Günlükleri-4
Evren Güner'in kaleminden
“Ni Hao” ey
Pazartesi Sendromunun vefalı takipcileri
Blogumuzun
sahibi güzel kızlarımıza üçleme yaptıkları Çin günlüklerini bir derleyip,
toplayıp kapatayım mı demiştim. Co-blogger lık benim olayım yapın bir baba
adminlik, önümü açın kopup gideyim diye maruzatta bulunmuştum. Şu an bu duygulara
ortak oluyorsanız bu çocuğun onu açıktır diyeyim ben size J.
Aslında seriyi
4 leyerek Çinlilerin sevmedikleri bir rakam ile racona ters giderek başladık (Telafuzu Ölümü çağrıştırır). Ama gelin bir çok Pazartesi sendromunu bu ülkede
yaşamış biri olarak olaya farklı yollardan sürmeme izin verin, sizin için farklı
nüanslar yaratmaya çalışayım. Bakalım aklınızda bir kaç lego nun yerini
değiştirebilecekmiyiz J.
Olayı, hiç
Şangayda, Pekinde, Xian da, Guanzghou da, Lijiang da, Guilin de, Qingdao da,
Urumqide, kuzeyinde güneyinde, doğusunda batısında nerelere gidelim, ne yapalım,
ne yiyelim tadına vardırmayacağım. Ne kadar şey araştırsanız da, ne kadar
belgesel izleseniz de, eğer giderseniz balıklama dalarak yapacaksınız bunları
ve suyu akışına bırakacaksınız. Ancak tüm bunları yaparken ağzınızdan
dökülenler cümleler net olacak “ vay arkadaş , nasıl bir kültür, nedir bu
adamların olayı, yok artık, vay anasını, açlıktan ölsem de ağzıma koymam “ vb. gibi
J
Lets get it
started.
Çin insan tanımının,
birey sayısının farklı olduğu bir bölgenin merkezinde. Kalabalık yeterli bir
tanım değil burada. Dinamizmin transformasyonu. Çekim alanına girmeniz imkânsız
gibi. Şımartılmış tek çocuklar ülkesine hoş geldiniz. Aile merkezinde, en küçük
fabrika birimi olarak en büyük yatırım kalemi çocuklar, dolayısıyla ilginin de
tabi. Reforme olmuş kültürleriyle biraz denge kaysa da asla kapanmıyacak burda
kız erkek sayısındaki fark. Kızlar çok popüler. Evlilik esnasında tüm kozlar
onların elinde, damadın ailesini soyup soğana çevirebilirler. Fakat evlendikten
sonrada peri masalı saat 24 ü gösterdiğinde biter, tüm kuruşlarına kadar
sömürdüğünüz aileleriniz artık sizlerle yaşamak zorunda, kuruş mu bıraktınız da
ağlanıyorsunuz J. Görücü usulü, doğu kültürünün vazgeçilmez parçası olarak
burdada can kurtarıyor. Ancak bizimkinden farklı uygulamalarda format
değişebiliyor. Şöyle anlatayım, anneniz sizden habersiz Göztepe parkına
gidiyor, facebook profilinize benzer bir profili ağaca asıyor. Aday damattaki
aranan özellikleri one pager yapıyor, asıyor ve beklemeye geçip teklifleri
değerlendiriyor. Görücü Anayasasının ilk ve değiştirilemez maddesi, sağlam
damat sağlam parası olandır. Gerisi demokratikleşerek halledilebilir, paketle
oynayabilirsiniz J Gercek ask mi ? Tabiki hala pesinden kosanlar var, aynen burada
olduğu gibi J
Cinliler ülkelerine “Zhonguo” derler yani orta krallık. Gökyüzü
ve yeryüzü arasında kendilerini merkezleyen, kendi kendine yeten krallık. MO
200lerden günümüze ayakta kalan çekik gözlü irk. Avrupa’nın ortaçağda ilk keşfettiğini
sandigi çoğu şeyin, aslinda yıllarca önce
keşfedildiğini, kendilerinin yillar sonra farkına varmasina sebep olan küçük
adamlar. Ama herkesin anlamadığı tek şey, tum bu gerçeklere rağmen, bu kadar büyük
hanedanlar zinciri neden sağa sola gitmez, açılmaz, merak etmez. Gercektenmi
ihtiyaclari yoktu, yada aman istesek somurgeciligin kralini yapariz da banane
modunda mi idiler. Bence kesinlikle 2. si. Elalemin derdi niye bizi gersin,
zaten herseyim var baskasinkinle niye ugrasayim felsefesi. Siradan, sakin, bir
hayat tercihi. Insanlarin basina ne gelirse meraktan gelir gerek yok anlayisi.
Yoksa kimse bana 1400 lu yillarda Portekizlilerin caravel gemilerinden kat kat
buyuk gemilerle ciktiklari turda Hint okyanusunun otesine geçmeden donmelerini
açıklayamaz :)
Peki ne
olduda bir anda tum dunya Cine odaklanmaya basladi, neden bu kadar hizli buyuyorlar
? Nereye kadar gidebilirler? dediginizi duyar gibi oluyorum J. Dunyanin super gucu olacaklar mi. Valla gidisat acik, artik Allah Kerim. Kendilerine gore dizayn
ettikleri yazdiklari recete olan sosyalist kapitalizm su ana kadar gayet iyi,
sessiz ama derinden calisiyor. Tarihi yeniden yazacak bir orta saha Kadrosuna
sahip Cinliler. Duz, sorgusuz, vicdansiz, duyguyu ruhtan siyirmis bir sekilde,
“Money talks” diyorlar ve egolarini cok carpistirmadan surekli vites
yukseltiyorlar. Dunyanin 3. Buyuk Ekonomisi basamigina yerlesip ezeli rakibi
Japonlari ekarte ediyorlar mesela. Bugune kadar Arastirma Gelistirmede harcanan
en buyuk meblaglara cikiyorlar. Ha cok mu yaraticilar, degiller ama zekiler,
parayi basitce nasil kazanacaklarini biliyorlar ve parayi kasaya yatiriyorlar,
kasa her zaman kazaniyor orda da J. Super guc olacaklar mi ? Hmmmmm soyle bir dusunelim hangi
akilli 6000 km uzunlugunda, 7-8 m genisliginde, 9-10 m yukseliginde,
malzemelerin bile cikmasinin imkansiz oldugu sert daglarin tepelerinden gecen
noktalara 100 sene icerisinde etten duvar orur ? Sizce olurlarmi ? J En iyisi bekleyip gormek, Cinlimi yaman Amerikalimi yaman
ortaya cikacak bir gun. Biz alalim cekirdeklerimizi hem yiyelim hem seyredelim J
12 Ekim 2013 Cumartesi
Nice Yıllara GONCA!!!
Bu yazı sizin için çok faydalı bir yazı olmayabilir, hatta vakit kaybı bile diyebiliriz. Çünkü, ne gezilecek, görülecek bir yer anlattık, ne yenilecek, tadılacak bir şey önerdik. Fotoğraflar da bile tek bir kişi olduğu için, eğlenceli gelmeyebilir. Bu yazı bir kutlama yazısı. Zira bugün insanlık için küçük; ancak ben ve benim gibi birkaçı içi büyük sayılabilecek bir adımın 30. senesi. Doğum günü kutlama mesajlarının klişeliğinden kaçmak için; Berlin Duvarı’nın yıkılışını kutlar gibi bir metin çıkarttım sanki ortaya. Bu satırları okurken, Gonca çoktan bi posta dalgasını geçmiştir ‘’ doğum günümü mü kutluyorsun, temel atma töreninde konuşmama mı yapıyorsun belli değil’’ demiştir çoktan.
12 Ekim 1983’den önce dünyanın baĞzı karanlık güçler altında olduğununa
dair hiç bir kanıtım olmamakla beraber;
sanki hafif bir alaca karanlık durumu varmış gibi hissediyorum. Son 13 senedir çektirdiğim fotoğraflarımı
derleyip topladığımda ‘’mutlu kareler
albümümün’’ tüm karelerinde yer alan ortak tek bir sima var: Gonca.
O’nun olmadığı kareler ‘’sepia’’ seçeneğiyle çekilmiş gibi, hafif kahverengi sanki. Canlılığını kaybetmiş, solgun renkli ,
‘’burada bişiy eksik’’ dedirten fotoğraf kareleri işte.
Vay efendim ''kara gün dostu''; aman
efendim ''vefanın başkenti'' gibi bol ağdalı söz öbeklerine girip; özünde
duygusal olması gereken bu yazıyı, Gonca’nın önümüzdeki 9 gün boyunca (daha
uzun süre aklında tutamaz- sayısal zekasındaki keskinliğin aksine, okuduğunu,
izlediğini aklında tutabileceği maksimum gün sayısı: 9) dalga geçeceği bir malzeme
haline getirmek istemiyorumJ
Kızların dostluklarının çok uzun
süreli ve derin olmayacağına dair genel geçer bir takım ön kabuller vardır.
Ufak bir kıskançlık krizi; taraflardan birinin hayatına giren sevgili, birinin
küstüğü adamla, diğerinin görüşmeye devam etmesi; tek bedeni kalan elbisenin
diğeri tarafından alınması gibi kız
kankalıkları bitiren son derece mühim ve
asla affedilemeyecek büyük olaylar
bizim aramızda hiç yaşanmadı. İkimiz de çocukluğunda pembe çoraplar ve kırmızı
kurdeleli pabuçlar giymiş; büyüyünce de tuvaletini pembe yapan kızlardan olmadığımızdandır
belkide.
5 yılımızı ODTÜ’nün 10
metrekarelik odalarından birinde geçirdikten sonra; aramıza bir oda mesafe
koyduğumuz Beşiktaş’daki evimize taşındık. Burada Gonca 2 yıl boyunca analitik
zekasını tüm beşerin ortak olduğu 2 temel sorunu çözmeye adadı: 1) mutfaktaki
kalorifer böceklerinin kaynağı 2) rutubetten akmayan tuzlukları akar hale
getirmek. Calculus ve ekonometri dersinde efsaneleşen başarılarını ne yazık ki
pratik hayatta kullanamadı. Böceklerin kaynağını bulamadı. Evden taşınırken, rutubeti
gidermesi için tuzlukların içine attığı pirinç; tuzdan daha fazlaydı ve yine de
akmıyordu.
Gonca’nın ‘’heryeri bilen insan’’
ünvanı almak için ne kadar canla başla uğraştığını bilemezsiniz. Türk olmanın
gereğini her coğrafyada yerine getirmek için kendisine sorulan bir adresi asla
bilmiyorum demez. Çin’deki 3. günümüzde 2.5 saattir bulmaya çalıştığımız
caddeyi ararken, avrupalı 2 turiste yol tarif etmesi bunun en güzel örneğidir.
Gonca her yeri bilir; gerçekten bilir. Bilemediği durumlarda ‘’bence bu
tarafta’’ gibi büyük bir öz güven
göstermesinin kaynağı; analitik zekası ve
güçlü sezgilerinin yanı sıra; yanında benim gibi park ettiği arabayı 1
saat 45 dakikada bulamayan yer yön özürlü bir arkadaşının olmasıdır. Gonca dese
ki senin ev Bostancı’da değil; Merter’de; vallahi inanırım.
Cebimiz 3 kuruş para görmeye
başlayınca; kendimizi yollara attık Goncayla. Memur çocukları olmanın ortak paydası budur zaten.
Çocukluğumuz boyunca ikimiz de ne zaman gezmek, tatil yapmak istesek ; bitmeyen
kooperatif borcu engeline takıldık. Sanal alemde örgütlenen gezme tozma; yeme
içme gruplarının üyeleri arasında bir araştırma yapılsa, eminim %80’inin memur
çocuğu olduğunu öğrenirsiniz ve geçmişlerinde kooperatif borcu travmasının olduğunu. Hal böyle olunca;
çalışma hayatına girer girmez; ayakkabı ve manikürden kıstığımız maaşlarımızı
gezmeye tozmaya harcadık. Gonca, bir gezginin hayatında olabilecek en iyi yol arkadaşıdır.
Hem uçakla gidilen kısa mesafelerde; hem 13 yıldır devam eden yolculuğumuzda.
Gonca cam kenarını önce hep bana teklif etmiştir..
İki arkadaş sürekli amerikan
sitcomlarından bir kesit gibi hayat yaşamıyoruz tabi. Sürekli gezme tozma; ‘’bu
akşam nerde yesek, bir de paraşütü mü
denesek’’le geçmiyor günler. İş sıkıntısı, müdür baskısı, biten ilişkiler,
nereye gidiyoruz kaygısı, öldükten sonra gömülsek mi yakılsak mı sorunsalına
kadar varan upuzun bir kaygı listemiz var bizim de ayrı ayrı. Gonca’nın çözünürlüğü
artıran kimyasal özelliği bana hep rakının suyla ilk buluştuğu anı hatırlatır.
Nasıl ki suyu rakıya kattığınız ilk anda; rakı acılığını ve keskin beyazlığını
ağır ağır kaybederse; Gonca’yla dertleştiğinizde de tüm sıkıntılarınız aynı
şekilde keskinliğini ve acılığını kaybeder. Gonca tam bir ‘’acı çözeltici’’dir. Ne zaman biten bir gönül hikayesinin acısıyla
Gonca’nın karşısına otursam; aklımda artık buralarda duramayacağım düşüncesi olur. İşten bunalıp karşısına her geçtiğimde, küçük bir ege kasabasında domates
yetiştirme fikrime kendisini de ortak etme çabasındayımdır. Hangi derdimle
Gonca’nın karşısına oturursam oturayım; gece hep aynı biter: ya ‘’o
kaybederrrr’’ (sondaki r’nin sayısı rakı duble mi tek mi; ona bağlıdır) diyerek
ertesi gün yeniden aşık olmaya karar vermişimdir ya da işimi sevdiğime ikna
olmuşumdur. Gonca, önündeki rakıya su eklerken; benim dertlerime de su ekler
sanki ve her defasında o gece , o masadan kesin bir kahkaha sesi yükselir.
Gonca uzun yazıları sevmez; sonuç
odaklı olsun, özet geçsin ister. Ben de başlayınca bir türlü duramam. Ama bugün
O’nun doğum günü. Zaten yeterince uzattım, daha fazla kızdırmadan özete geçelim:
İyi doğdun Gonca! İyi doğdun güzel insan!
Gideceğimiz çok yer, seveceğimiz çok insan var daha..
Beraber devireceğimiz nice 30
yıllara...
9 Ekim 2013 Çarşamba
Bir ODTÜ'lünün Vicdan Muhabesi
16.09.2013 radikalblog
http://blog.radikal.com.tr/Sayfa/bir-odtulunun-vicdan-muhasebesi-33387
ODTÜ, öğrencilerine pek çok
üniversitede yaşama fırsatınızın olamayacağı bir özgürlük alanı sağlar. Bunda
tarihindeki devrim mücadelelerin yanı sıra Ankara gibi gri bir şehrin içinde her daim renkli kalan tek yer
olması da etkilidir.
Üniversiteye girdiğim günden
itibaren; her ay başka bir eyleme şahit olduk.Bizim gibi gündem zengini bir ülkede eylem yapmak için
bolca gerekçe oluyor zaten. Teskere
yasası, kamu mallarının özelleşmesi gibi siyasi gerekçelerden; yemekhanedeki
fiyat artışına kadar insanların mağduriyetine neden olan her konuda ODTÜ'lüler
hep duyarlıydı; protestolarda hep başı
çekti. Mezun olalı 7 sene oldu; hala hayatımda sahip olduğum en gurur verici
etiketin ODTÜ lü olmak olduğunu söyleyebilirim.
Ancak türban konusunda ODTÜ’lülerin nezdinde özgürlük ve
demokrasi aktivistlerinin eylemsizliğini sorgulayıp duruyorum. AKP’nin; türbanlı arkadaşların nazarında
özgürlüklerini lütfeden bir kahraman olarak algılanması özellikle bir kadın
olarak daha fazla gururuma dokunuyor. Keşke diyorum her seferinde; şahit
olduğum ya da katıldığım eylemlerden biri de türbanın serbest bırakılması için
olsaydı; öğrencilik yıllarımda; perukla ya da şapkayla kampüse girmek zorunda
kalan arkadaşlarımın özgürlük açlığına daha fazla empatiyle bakabilseydim ve
onlarla beraber sokaklara dökülseydim. Son 3 aydır içki yasağı, gezi parkı,
polisin orantısız müdahalesi, biber gazı, satılan kamu malları ve tüm
demokratik haklarımız için yaptığımız eylemleri; keşke vaktiyle türban için de
yapsaydık. Türbanın serbest bırakılması; 6 tane gencin ölümünden mes'ul bir
hükumetin sandığa her gidişinde kullandığı bir zafer nişanı değil; kişisel
özgürlükler için mücadele eden eylemcilerin söke söke elde ettiği bir hak
olsaydı keşke.
Hafızamdan silinmeyen başka bir
hatıra ise ODTÜ’de kutlu doğum haftasında yaşanan talihsiz bir olaydır. Kutlu
doğum haftası sebebiyle; bir grup öğrenci ODTÜ kütüphanesinin arkasındaki
mescidin önünde, gelip geçen herkese gül dağıtıyordu. Bunun irticai bir faaliyet
olduğuna karar veren bir grup karşıt görüşlü arkadaş gül dağıtan gruba müdahale
etti ve gül dağıtmalarını engelledi. O zaman buna karşı hepimiz tepkisiz
kalmıştık çünkü din ve dine dair herhangi bir sembolden öcü gibi korkuyorduk. O
gün, mescidin önünde inandıkları dini liderin doğumunu kutlamak için naif
şekilde gül dağıtan öğrencileri sabote etmek ya da türbanının üstüne taktığı
perukla kampüse girenlere duyarsız kalmak; bugün AKP’nin gerine gerine
söylediği %50’nin içine benim yan yana okuduğum sıra arkadaşlarımı da dahil etti.
Ve ben onları; kendi kişisel özgürlüklerini bir lütuf gibi sunan ve oy
malzemesi yapan, muhafazakar diktatörler partisine kaybetmekten dolayı suçluluk
ve pişmanlık duyuyorum.
Gezi parkı eylemine gittiğim bir
akşam; Antikapitalist Müslümanlar gurubuyla karşılaştım ve tuhaf bir mahcubiyet hissettim. Gurubun
içindeki türbanlı arkadaşlar, benim de peşine düştüğüm hak ve özgürlükler için
sloganlar atıyorlardı. Halbuki ben onların din ve inanç özgürlükleri için hiç
bir eylemde bulunmamıştım.
Son günlerde yaşadığımız başkaldırı, ‘’diğerleri’’
olarak gördüğümüz AKP tabanına karşı öfke ve nefret tohumları atmasın. Politik
sorgulamalarımızı yaparken, kendimizi de hesaba çekelim. O % 50’nin %50
olmasında hiç mi katkımız yok?
7 Ekim 2013 Pazartesi
Kurumsal Hayatın 21 Semptomu
Mutlu olmanın, zengin olmanın, başarıya ulaşmanın trilyon yolunu anlatan listelerden nefret ederim aslında. Ama modern dünyada hepimizin, hap gibi sunulmuş reçetelere,tek cümleye sıkıştırılmış analizlere ve to do/not to do direktiflerine ihtiyacımız var. Ne yapalım,vakit dar. Kendi içsel yolculuğumuza çıkıp neyin bizi mutsuz; neyin mutlu ettiğini belirmek için uzun uzun düşünmeye zamanımız yok. Listeler lazım bize. Bir tanesini de ben paylaşayım istedim. Kaynak mı? tabiki anonim:)
Kurumsal Hayatın 21 Sendromu
|
|
1
|
Sabah 8 de çıkıp,
akşam 8 de dönmektir
|
2
|
Hafıza yok edicidir; ayın son günü bankamatiğin önüne gidip, geçen 29 günü unutmaktır
|
3
|
Yılda 1 gittiğin
5 yıldızlı otel tatilinde mutlu bir hayat yaşadığını sanmaktır
|
4
|
Çocuğunu koleje
gönderip, piyano dersi aldırarak vicdan rahatlatmaktır
|
5
|
Bir öğrenciye akşam
yemeği hesabı kadar burs verip, günah çıkarmaktır
|
6
|
İş arkadaşlarınla
diyete başlamak,yöneticiyle spor salonuna gitmektir
|
7
|
Bütün dünya
senin terfini konuşuyor sanmaktır
|
8
|
Yaptığın iş dünyayı
kurtarıyor sanmaktır
|
9
|
Kendinden başka
herkesin terfisini haksız saymaktır
|
10
|
Balayında muhakkak
Maldivler'e gitmektir
|
11
|
Tek taşının karatına
kendin karar vermektir
|
12
|
Frappuccino ve Mocha
içmektir
|
13
|
Topuklu ayakkabı
giyip yanında babet taşımaktır
|
14
|
2 ayda bir meyve
sepeti beklemektir
|
15
|
Çiçeklerden orkideyi
sevmektir
|
16
|
Ay başında Susan
Miller okumaktır
|
17
|
Sevgilinden
ayrılınca terapiye gitmektir
|
18
|
Bekarlığa veda ve
Baby shower yapmaktır
|
19
|
Her gün Starbucks
içip, organik ürün almaktır
|
20
|
Asgari ücret ödeyip
ayakkabı almaktır
|
21
|
Dedikodunun allahını
yapmaktır
|
|
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)